MUHAMMED

Muhammed


BAYRAK

TC.Bayrak



Welcome, Guest
You have to register before you can post on our site.

Username
  

Password
  





Forum Statistics
Members:» Members: 27
Latest member:» Latest member: Fahriye
Forum threads:» Forum threads: 17,797
Forum posts:» Forum posts: 20,485

Full Statistics Full Statistics

DOWNLOADEN


“Downloaden Bölümümüzden BEDAVA Grafik Paketleri,E-Kitaplar ve Bedava Bilgisayar Programlarını Tek TIKLA BEDAVA indirebilirsiniz”
(Raşit Tunca)




AYET

“Yeryüzüne muhakkak benim iyi kullarım varis olacaktır”
ENBİYA Suresi 105


FELSEFEMiZ

“ iSLAM OKUMAK YAZMAK YADA ÇiZMEK DEĞiLDiR, Yahutta O Hadis şöyle, Bu Ayette böyle diyor Diye Papağanlıkda Değildir. islam Kuranı ve sünneti HAYATINA TATBiK edip, Onunla Yaşayabilmekdir”
(Karoglan Raşit Tunca Sözü)


Raşit Tunca Sözü

“Yüzme bilmek Denizden çıkmana fayda vermez, taaki yüzme biliyorsan, denizedee düştüysen, ellerini, kollarını, ayaklarını çırpacaksın, ve birde tutuncak dal bulacak, tutunup çıkacaksın. ilimde böyledir, bir ilmi bilmek fayda etmez, taaki, onu hayatında tatbik edesiye, Dinde böyledir, din bilmek imanını kurtarmaz, taaki, ne zaman, bildiğin öğrendiğin dinini hayatında tatbik edip, yaşadın, o zaman belki kurtulursun.”
(Karoglan Raşit Tunca Sözü)

GÜZEL SÖZ

“ Bazen Hata Yapıvermek, Doğruyu bulmanın ilk Basamağıdır.
(Başağaçlı Raşit Tunca Sözü)





Sadaka Malı Eksiltmez - Dini Hikaye  (Müslim, Zühd, 45)

Nebî (sav), infâkın mala bereket getirdiğini açık bir şekilde ortaya koyan şu ibretli hâdiseyi anlatmıştır:

“Sahrâda yolculuk yapmakta olan bir adam, semâdaki bir buluttan «Falanın bahçesini sula!» diye bir ses duydu. Bundan sonra o bulut, kara taşlık bir yere saptı ve oraya suyunu boşalttı. Adam, suyun tamâmının bir derede toplandığını hayretle gördü ve suyu tâkip etti. Bir de baktı ki adamın biri, elindeki kürekle suyu oraya buraya çevirerek bahçesini suluyor. Ona:
“-Ey Allâh’ın kulu! Adın nedir?” diye sordu. Adam, daha önce buluttan duyduğu ismi söyledi, peşinden de:
“-Ey Allâh’ın kulu! Adımı niçin soruyorsun?” dedi. O da:
“-Ben şu suyu yağdıran buluttan, senin adını vererek, «Falanın bahçesini sula!» diye bir ses duymuştum da onun için sordum. Sen ne yapıyorsun ki bu lutfa mazhar oldun?” dedi. Bahçe sâhibi:
“-Mâdem ki merak ediyorsun söyleyeyim. Ben bu bahçenin ürününü hesap ederim; üçte birini sadaka olarak dağıtırım, üçte birini çoluk çocuğumla birlikte yerim, üçte birini de tohumluk olarak ayırırım, dedi.””

(Müslim, Zühd, 45)

Bu bahtiyâr zât, sırf cömertliği sâyesinde, çöl gibi suyun çok az bulunduğu bir yerde, Cenâb-ı Hakk’ın eşsiz lutfu sâyesinde, müstesnâ bir şekilde bahçesini sulayabilmekte ve bereketli mahsûller elde edebilmektedir.


   

iskender Olsan Neye Yarar Hikayesi

Hikâye edilir ki İskender, seferlerinin birinde hikmet ehli kimselerin bulunduğu bir adaya uğradı.
Burası son derece büyük bir adaydı.
Orada bir toplulukla karşılaştı.
Onların evleri kaya ve taşlardan oyulmuş mağaralardı.
Elbiseleri de ağaç yapraklarıydı.
Onlara bir takım meseleler sordu.
Onlar da yumuşak, tatlı bir şekilde hikmetli cevaplar verdiler.
Çünkü onlar, “Hakîm” isminin mazharı kimselerdi.
İskender onlara:
“İhtiyaçlarınızı bildirin, derhal karşılansın” dedi.
Onlar da gülümseyerek:
“-Senden bizi dünyada ebedî kılmanı istiyoruz” dediler.
İskender şaşırdı ve:
“-Bunu ben nasıl yapabilirim? Alıp verdiği bir nefesin bile sahibi olamayan, nefes aldığında vermeye, verdiğinde tekrar almaya gücü yetmeyen âciz bir varlık, nasıl olur da size ebedîlik bahşeder?” dedi.
Onlardan bir tanesi:
“- Öyleyse senden hayatta kaldığımız sürece bedenlerimize sıhhat vermeni istiyoruz” dedi.
İskender yine:
“-Ben buna da güç yetiremem” dedi.
Onlardan bir başkası:
“-Peki o halde bize ne kadar ömrümüz kaldığını söyle” dedi.
İskender yine acziyet içerisinde:
“-Ben kendimin ne kadar ömrü kaldığını bilmiyorum ki, sizinkini bileyim?” dedi.
Bunun üzerine o hikmet ehli topluluk İskender’e:
“- O zaman bırak da biz bunları, yani ihtiyaçlarımızı, bu söylediklerimizden daha fazlasına güç yetirebilen birinden isteyelim!” dediler.
Bir topluluk, İskender’in ordusunun çokluğuna hayretle bakıyorlardı.
Aralarında Şeyh Salûk adında dışardan bakıldığında fakir, garib görünen bir kimse vardı.
O zat etrafıyla hiç ilgilenmiyor ve başını kaldırmıyordu.
Onun bu hali İskender’in dikkatini çekti ve ona:
“-Sana ne oluyor ki insanların baktığı şeye bakmıyorsun?” diye sordu.
O da şöyle karşılık verdi:
“-Senden önce gördüğüm hiçbir mülk ve saltanat beni hayrete düşürmedi ki, sana ve senin saltanatına bakayım!” dedi.
Bu söz üzerine İskender:
“-Neden böyle söylüyorsun?” dedi.
O zât şu ibretli cevabı verdi:
“ -Bizim bir kralımız bir de fakir, garib bir komşumuz vardı. İkisi aynı günde öldüler. Ben bir müddet onlardan ayrılıp uzaklara gittim. Döndüğümde kabirlerinin başına geldim. Hangisi kral, hangisi garib idi birbirinden ayırmaya çalıştım, fakat ayıramadım!” dedi.
İskender, hikmet ehli bu zatların sözlerinden kendisine ibret dersleri çıkartarak yoluna devam etti.
“Ruhu’l-Beyan” tefsirinde anlatılan bu kıssanın peşinden Şeyh Attâr’ın şu güzel beyitleri nakledilir:
Bu nasıl hükümdarlık, nasıl padişahlık?
Ecel aslanıyla baş edemiyorsun.
Sen (İran şahı) Behrâm gibi güçlü olsan da,
Nihâyet yine mezara gireceksin.
Bu dünya mülkü gelip geçicidir.
Diri olan o cihânın hükümdarı olur.
Eğer o mülkün/ahiret hükümdarlığını istersen,
İbrahîm Edhem’e uyarak bu dünya sultanlığını fedâ et.
İbrahim bin Edhem kuddise sirruh madde sultanlığını terkedip mânâ sultanlığını tercih eden büyük bir Allah dostudur. O, Belh padişahıydı. Miladi 777 yılında Şam’da vefat etti.
Onun mânâ sultanlığını dünya sultanlığına tercih ederek gönül erleri yoluna girmesi şöyle oldu:
“-Bir gece tahtı üzerinde uyuyakalmıştı.
Gece yarısı sarayın tavanında birinin çatıda yürüdüğünü duydu ve şöyle seslendi:
“– Kimsin? Tavanda ne arıyorsun?” dedi.
Çatıdaki adam:
“– Ben yabancı biri değilim, devemi kaybettim, onu arıyorum.”
İbrahim iyice dehşete kapıldı ve:
“– Sen d eli misin, tavanda devenin işi ne?” dedi.
O da:
“– Asıl d eli sensin. Altın taht ve atlas ipekler içinde Allah’ı bulacağını mı sanıyorsun?” diye karşılık verdi.
Bu sözler, İbrahim b. Ethem’in intibaha gelmesine, uyanışına vesile oldu. Onun kalbi haşyet ve dehşetle doldu. Kulağında bu sesin akisleri çınladı, durdu. Nihayet dünya sultanlığını terkederek mânâ sultanlığı yoluna koyuldu.
İbrahim bin Ethem kuddise sirruh hazretlerinin hayat düsturu, kıymetli sözleri vardır. Onlardan bir kaçı şöyledir:
“-Kalplerinizi Allah korkusuyla, cesetlerinizi Allah’a ibadetle meşgul edin.
Yüzlerinizi hayâ, dillerinizi zikr-i ilâhi ile tenvir edin.
Gözlerinizi haramdan sakının.”
O dünya sevgisi hakkında şöyle derdi:
“-Hey kardeş! Dünyadan yüz çevir, çünkü dünya sevgisi insanı kör ve sağır yapar, zelil eder.”
“-İnsanlar arasına çokça karışmak dünya sevgisindendir. Meşguliyetlerinizi azaltın, Allah’a yönelin.”
“Sevgilinin hoşlanmadığını sevmek, sevgi alâmeti değildir.
Rabbımız dünyayı zemmetti; biz ise onu övmekle meşgulüz.
O dünyaya buğzetti; biz ise onu sevmekle meşgulüz.
O bizi dünyadan zühde teşvik ediyor; biz ise onu herşeye tercih ediyoruz.”
Sordular:
“– Kalbler neden perdelenir?”
İbrahim bin Ethem kuddise sirruh hazretleri şöyle cevap verdi:
“– Allah’ın buğzettiği şeyi sevmekten.
Dünyayı sevip, ona meyletmekten,
Oyun ve eğlenceye dalmaktan,
Ebedî hayat için ameli terketmekten” dedi.
Rabbimiz hikmet ehli bu zatların güzel sözlerinden hakkıyla istifade edebilmeyi, gönlümüze huzur veren bu güzel ölçüleri hayatımıza yansıtabilmeyi ve ebedî hayat için çokca amel yapabilmeyi cümlemize nasib eylesin.



Uykudayken Ele-Ayağa Kına Yakılması


Soru: Sabah kalktıgımda ellerimde karışık şekillerde koyu renklerde belirgin kınalar vardı, her iki elimde de. Bunun nedenini söyler misiniz?

Soru: Bu olay babaannemin başına gelen bi olay. Akşam yatarken ayağında hiç bişey yokken sabah namazına abdest almak için uyandığında, sağ ayağına kına yakılmış olduğunu görmüş. Kına kokusu bile varmış. Bu neden olabilir?


Değerli Kardeşimiz:
Bunun nedenini bilmiyoruz. Ancak korkulacak bir durum değildir. Özellikle bu gibi durumları kötüye yormamalıyız.

Selam ve dua ile
Sorularla İslamiyet Editör

***


Belki başınıza gelmiştir, bir sabah uyandıklarında ellerinde ya da ayak parmaklarında kına şeklinde bir yanık iz gören kişilerin sayısı çok fazladır. Geçen bir sohbet esnasında gene bu konu gündeme geldi velhasıl bugunde aynı soruyu bir arkadaşımızın sorması üzerine böyle bir konuya değinmek istedik.

Şimdi olaya 2 türlü bakacak olursak birincisi şu şekilde olabilir; hepimizin bildiği gibi vücüt ve ruh bağımlıdır ancak belli bir zamana kadar, insan rüya alemine ruhuyla dalar, vucut sabittir ancak aradaki bağ hiçbir zaman tam olarak kopmaz, örneğin rüyada yüksek bir binadan atladığınızda aynı hissi yataktada hissedersiniz ve zıplarsınız (arasıra başıma gelmiş bir şey) aynı şekilde istemsiz olarak kabus gördüğümüzde el kol hareketleri yapmamız yada ona bağlı olarak konuşmamız hareket etmemiz bunlara örnektir. insan çok az rüyasını hatırlar, uyku esnasında binlerce onbinlerce rüyadan sadece bir kaçı hatırlanır; bazende öyle alemlere dalarki rüya esnasında tıpkı rüyada zıplamak gibi; korkmak gibi bir iz kanıt bırakır, buda genelde kına şeklinde yansır vucuda, bu aslında inanılmaz bir bağın olduğunu ve 2 aleminde adete iç içe olduğunu kanıtlar niteliktedir.

Diğer bir taraftan bakacak olursak da, Rüyada kina görmek süsle yorumlanir. Rüyasinda eline kina yaktigini görmek, ziynete, süse düskün bir kisi olduguna isarettir. Rüyasinda baska birisinin eline kina yaktigini görmek, merhamet, sefkat ve müjde ile tabir olunur. Kirmani ye göre; kinayi bir kap içinde görmek, mal ve müjdedir. Ellerini veya ayaklarini kina ile boyadigini gören, Ailesini zengin eder. Bir rivayete göre de dinde fesattir. Diger bir rivayete göre, ailesine ait bazi isleri saklar. Sakalini kina ile boyamak, ibadeti gözleme, fakirligini halktan saklama, uzun ve hayirli ömür, Allah (cc) rizasi için çalismak seklinde yorumlanir. El ve ayaklarina kina koydugunu gören, kadin ise hileci olur. Bir rivayete göre kocasinin islerine hizmet eder. Eger boyamak seran mekruh ve kinadan baska bir seyle yapilirsa, gelinlerden gayrisi için hayirsizdir. Bir rivayete göre gelin için de iyi degildir. Kina yaktigini fakat tutmadigini görmek, halka göre meshur olan yani bilinen malini saklamaktir. Kinanin tuttugunu görmek, ayiplarinin gizli kalacagina delalet eder. Saç ve sakalini çamurla ve ona benzer seylerle boyadigini gören, halini olmayacak mazeretlerle örtmege çalisir, veya tiksindigi bir fenaliga ugrar. Vücudunun boyanmasi uygun olmayan yerlerini boyamak hayirli degildir Ancak ilaç için boyuyorsa buna diyecek yok. Bir baska rivayete göre de: Rüyada kina kisinin yapacagi isteki kabiliyetidir, Kina mal ve alideki zinetede isarettir.

Kına yakmakla alakalı Hadis-i Şerifler de vardır:

“Ebu Nuaym ve Bezzar’ın naklettiği hadis-i şerif de Efendimiz (as) :”Kına yakın. Zira güzelliğinizi, gençliğinizi ve nikah sevginizi arttırır.”

“Deylemî’nin naklettiği bir hadis-i şerif de ise Resûl-ü Ekrem (sav)) : ”İlk kına yakan İbrahim Peygamber’dir. Siyahla ilk boyanan da Firavundur.”

Müslim’in rivayet ettiği bir hadis-i şerif de ise yine Efendimiz (as): ”Kocası öle kadın (iddeti bitine kadar) süslü elbise giymez. Ziynet de takmaz, kına sürmez ve sürme çekmez.”

Deylemî’nin naklinde ki hadis de Efendimiz (sav) :”Boyanmanın en iyisi kına ile olandır.”
İbn-i Asakir’nin kaydettiği bir rivayette :”İhtiyarlığınızı kına ile giderin. Zira bu, yüzleriniz için güzellik, ağızlarınız için hoşluk, kadın için kuvvettir. Kına cennet ehlinin kokusunun seyyididir ve kına küfürle imanı ayırır.”

Deylemî’nin rivayet ettiği diğer bir hadis de; Resûl-ü Ekrem (sav) ;”Şunlar lut kavminin kötü ahlakındandırErkeklerin sakız çiğnemesi, yol üstünde misfak kullanmak, ıslık çalmak, güvercinle oynamak, erkeklerin parmaklarına kına yakması, bağrı açık gezmesi.”

Hâkim’in müstedrek’inde Efendimiz (sav):”Kına ile boyanın. Çünkü o güzel kokuludur ve korkuyu yatıştırır.

İbn-i Adi'nin rivayetinde ise Resul-ü Ekrem (as) “Saçlarınızı kınalayın ve Yahudilere benzemeyin.” buyuruyor.

Tabâranî ise şöyle bir hadis-i şerif rivayet eder: ”Peygamber Efendimiz, başından rahatsız olana “git hacamat ol”, ayağından rahatsız olana ,”git ayağına kına koy” derlerdi.”

İbn-i Mace: Efendimiz’den:”Bedeninde bir yara olursa üzerine kına korlardı.”

Beyhâkî ise şu hadis-i şerifi nakleder:”Kadının elinde kına eseri olmasını hoş görürlerdi.”

Görüldüğü gibi uykudan uyandığında elinde ayan-beyan kınalar görmek mutlak manasıyla hayra alamettir.

Selam ve dua ile inzar (Muhammet Kahraman)
   

Döner + Ayran = 2,5 YTL (GERÇEK OLAY)

Niye garsonun gösterdiği yere oturdum ki şimdi?
Bak gerilerde boş bir masa daha var.
Bu “cam kenarı” hassasiyeti de sürekli otobüsle seyahat etmemin, algılarımı çimdiklemesinden kaynaklansa gerek.
Of ne çok acıktım.
Zaten bu kadar acıkmasam, ne işim var burada değil mi?
Açım aç…
Şu an içimdeki tüm hislerin dibi tutmuş, beynim sağ ve sol lob diye yumurtaya öykünmüş, ruhumsa bir pilav gibi lapalaşmış.
İşte geliyor garson.

—Ne alırsınız efendim?

—Döner alayım, lakin iyi dönmüş olsun.

—Nasıl yani?

—Aman iyi pişmiş olsun diyecektim, af edersiniz.

—Peki efendim.

Çok acıkınca insanın dili de sürçüyor böyle.
Of şu cama da bir perde asmamışlar ki, yoldan geçen herkesle göz göze geliyor insan.
Acaba şu kaldırımdaki teyze, şu çocuk, şu delikanlı da benim gibi aç mıdır?
Yok, canım aç olsalar içeri girip bir şeyler yerlerdi değil mi?
Hem zaten şu yan masadaki genç kızlar gibi birazdan burnumu ketçapa daldırdım mı herkes hikâyemin dışında kalıverecek.
Zaten safer ayı diye sadaka vermiş, hayır hasenatta bulunmuşuz.
Cümle yoldan geçeni de doyuramayız ki kardeşim değil mi?
Açım ben aç...
Aç insan öyle çok fazla düşünmez, düşünmemeli.
Zira çoğu halkın aç bırakılma sebebi “düşünme”, “düşündükten sonra başkaldırma” dürtülerinin baltalanması için değil mi?

Döneri de camın kenarına mı koymuş bu adamlar?
Kokusu da tüm caddeye yayılmıştır şimdi.
Ah ah…
Aklıma anacığımın yemekleri geldi ve de çocukluğum.
Penceresinde küpeli çiçekleri olan beyaz badanalı bir evimiz vardı.
Annem saçlarımı tarayıp kafama kocaman bir kurdele kondurunca kendimi kremasından görünmeyen keklere benzetirdim.
Anacığım pek titizdi.
Beyaz yakalık, ütülü önlük, tertemiz mendillerle beni okula asılmaya hazır bir tabloya çevirirdi.
Lakin bu klasik tablo eve her dönüşte modern sanatın derin izlerini taşıyan Picasso resimlerine dönüşüverirdi.
Çünkü yakalığımı okulda unutur, üstüm başım leblebi tozuna bulanır, çoraplarım kirden görünmezdi.
En çok da işitme engelliler haber bültenini kaçırmayan bir çocuktum da ona gülerim.
Televizyonun sesini kapatır, kendimi duymuyor kabul eder ve spikerin hareketlerinden ne anlattığını anlamaya çalışırdım.
Milletin övdüğü “empati” yöntemini bakın ben daha çocukken yapıyormuşum.
Şimdide buraya oturmuş, dörtte biri yoksul olan halkımın gözü önünde yemek yemeye hazırlanıyorum.
Lokantanın camında bir gerdanlık gibi duran şu dönerde, göz hakkı kalmış çocuklar yokmuş gibi davranıyorum.
Yoksa kötü müyüm ben?
Yok, yozlaşmış diyelim.
Hem yoz hem de hala aç.

Oysa babamın dizinin dibinde, ödediğimiz her kuruş verginin bize yol, su, elektrik olarak dönmesini beklediğimiz yıllarda bu tür konularda ne kadar hassastık.

Gerçi o yıllarda da çoğumuz açtık, vatandaş demek bir nevi depozitolu şişe demekti ve de boş mideler birkaç tatlı söz ile takas edilirdi ama ruhları esir almaya kimsenin gücü yetmezdi.

Bay yanlış ile doğru Ahmet’i izleyip doğru yanlış ayrımı yaptığım yıllardı o yıllar. Bir de annemin doğru ve yanlışları vardı.
Misal dışarıya mandalina, salatalık gibi kokulu yiyeceklerle çıkmak yasaktı.
Yok, ille de dışarıda bir şey yenecekse bu ekmek olmalı ve mutlaka tüm arkadaşlara ısırtılmalı kalanı –ki kalırsa- öyle yenmeliydi.
Steril yaşayıp hijyenik büyümekten daha evlaydı, üzerinde “göz hakkı” olmayan bir ekmeği yemek.

Sonra komşular bahçede gözleme yaparlar, oradan geçen herkese ikram ederlerdi.
Yaşlısı genci tüm kadınlar bir açık oturumda hem fikir olmuş aydınlar gibi başlarını sallayıp “canı çeken olursa günah olur, ikram edilmezse bereketi kaçar, kimsenin gözü kalmasın, kul hakkının vebali büyüktür” mealli laflar ederlerdi.
O zamanlar pek anlamazdım.
Lakin lisedeyken ramazan ayında, yarım tostu midesine indiren Sinem’in karşısında yutkununca ve gözlerimi o tosttan ayıramayınca ve dahası içimde Sinem’i pataklama hissi doğunca anlayıvermiştim “göz hakkı”nın ne demek olduğunu.
Acaba şu karşıdan gelen lise talebesi de beni pataklamak istiyor mudur?

Of ne işim var benim burada?
Bunca hatıradan sonra şu cam kenarında dönüp duran dönerden daha pişkin ve daha dönek hissediyorum kendimi.
bilir o dönerin üzerinde kaç çift göz takılı kalmıştır.

İştahım kaçtı.
Kaçmalı zaten.
Çocukluğumda refleks haline gelmiş bazı hasletlere bile ancak iki saat düşününce ulaşır oldum artık.
Baksana şu halime!
Nerede o okuduğum erdemler, diğerkâmlıklar.
Hatta geçenlerde okuduğum Alâeddin Bey’in koskoca beylik makamını, kendi hakkı olduğu halde kardeşi Osman Bey’e teslim etmiş olmasına nasıl da hayran kalmıştım.
Bu bey, bir kişiye sadece hak ettiğini değil kendi hakkı olanı da verebilmişti.

Her şey değişmişti sanki.
Kâbe desenli örtüler duvarlardan inmiş, ezan okuyan saatler eskiciye verilmiş, sofralar küçülüp ikramlar buharlaşmıştı.
Ve annelerimizin bir zamanlar omzumuza muska gibi tutturduğu “kul hakkı hassasiyeti” bir sokak simidinde, bir hamburgerin mayonezinde, gezinerek tüketilmiş bir çikolatada eriyip kaybolmuştu sanki…

Evet, o döneri yemeyeceğim, gitmeliyim şimdi.

—Hey abla, çok dönmüş aman çok pişmiş dönerin kalsın mı?

—Kalsın kardeş. Hakkınızı helal edin.

Oh rahatladım biraz.
Gerçi hala açsın Ayşegül ama olsun.
Açlığın hoşuna gitmediğine, nefsine ağır geldiğine bakma sen!
Aslında bütün yıkıcılığına rağmen açlıktan daha âli ve daha ahi bir muallim yoktur.
Yeter ki şuurundan nefsine intikal ettirmeyesin.

ALINTI Ayşegül Genç





Barış manço ve fransız muhabir (GERÇEK OLAY)

Baris Manço Fransa'da bir televizyon kanalinin canli
yayinina konuktur...
Küstah bir spiker vardir ve Baris Manço ile dalga
geçmektedir...
Sürekli, "iste Türk, yani barbar, vahsi vs..."
demektedir...
Baris Manço daha fazla dayanamaz ve spikere
"yaninizda kâgit para var mi?" diye sorar!
Bu soruya spiker sasirir ve "evet var ama nolacak"
der...Baris Manço israr edince spiker cebindeki kâgit
paralar çikartir...
Bu olaydan az önce Baris Manço canli yayinda
"Anahtar" adlı sarkisini söylemiştir...
Bu sarkinin bir bölümü söyledir:
"Bes Akif- bir Saat Kulesi, iki Kule-bir Fatih, bes
Fatih-bir Mevlana, iki Mevlana-bir Sinan"
(Baris Manço / Anahtar sarkisi / Darisi Basiniza
Albümü / 1992)
Bu sarki bir matematik sorusudur ve sarkida adi geçen
kisiler o dönemdeki
Türk parası olan banknotlarin arkasinda fotografi
olan kisilerdir...
Baris Manço spikere sorar: "Bu paranizda fotografi
olan kisi kim?"
Spiker:"General......." Baris Manço diger paralardaki
fotograflari olan
kisileri de sorar, spikerin verdiği cevaplar hep
aynidir,
"General.......", "Amiral...........", "Komutan............."
Spikerin bu "falanca General, falanca Amiral, falanca
Komutan" cevablarından sonra,
bu sefer de Baris Manço cebinden Türk paralarini
çikarir... Spikere der ki:
"Bu parada fotografi olan kisi Mehmet Akif Ersoy'dur.
sairdir...
Bu fotograftaki kisi Mevlana'dir. Düsünürdür...
Bu paradaki fotografi olan kisi Fatih Sultan
Mehmet'dir. Adaletin sembolüdür...
Bu paradaki kisi ise Atatürk'tür. "Yurtta baris,
dünyada baris" diyen kisidir...
Bizim paralarimiz bunlar... Biz Türkler ince ruhlu,
kibar, medeni insanlar
olduğumuz için paralarimizin arkasına
"sairlerimizin",
"düsünürlerimizin","bilim adamalarimizin"
fotograflarini bastik...
Siz Fransizlar kendiniz barbar, vahsi oldugunuz için
paralarinizin arkasina hep savas
Adamlarinin fotograflarini basmisiniz!" der...
Baris Manço'nun bu müthis cevabindan sonra televizyon
yöneticileri
Canli yayini keserler ve spikeri oradan kovarlar,
baska bir spiker yerine
gelir ve canli yayin yeniden baslar, yeni spiker
Baris Manço'dan ve
Türklerden özür diler, programa böylece devam
edilir..


   

Bezelye Prenses Hikayesi

Bir zamanlar bir prens varmış. Bu prens evlenmek istiyormuş, ama evleneceği kişi gerçek bir prenses olmalıymış. Böyle birini bulmak için bütün dünyayı dolaşmış, ama çok büyük bir hayal kırıklığına uğramış. Çünkü, karşısına çıkan prenseslerin hakiki olup olmadığını bir türlü anlayamıyormuş. Hep eksik bir şeyler bir şeyler oluyormuş. Sonunda üzüntü ve umutsuzluk içinde yurduna dönmüş.
Bir gece korkunç bir fırtına çıkmış; şimşekler çakıyor, gök gürlüyor, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor, kıyametler kopuyormuş. Derken sarayın kapısı çalınmış, yaşlı kral gidip kapıyı açmış. Fakat, o da ne kapıda, yağmurdan ve fırtınadan perişan olmuş bir zavallı bir kız duruyormuş. Üstelik her tarafından sular akan, tepeden tırnağa sırılsıklam olmuş bu kızgerçek bir prenses olduğunu söylüyormuş.
“Eh, anlarız bakalım!” diye düşünmüş yaşlı kraliçe, ama kimseye bir şey söylememiş. Yatak odasına gitmiş, yere bir bezelye tanesi koymuş. Bu bezelye tanesinin üzerine yirmi tane döşek, döşeklerin üzerine de yirmi tane kaz tüyü yatak koymuş.
Gece olunca prenses bu yatakta yatmış.
Sabah olunca kıza, gece nasıl uyuduğunu sormuşlar.
“Ah, korkunç bir şeydi!” demiş prenses. “Bütün gece gözümü bile kırpmadım! Allah bilir ne vardı yatak ta! Sert bir şeyin üstünde yatmışım gibi, her yerim çürüdü, mosmor kesildi! Gerçekten berbattı!”
Böylece anlaşılmış ki, yirmi döşek ve yirmi kaz tüyü yatağın altındaki bezelye tanesini hissedecek kadar nazlı, narin olduğuna göre, bu prenses hakiki bir prensestir!
Prens onunla evlenmiş. O bezelye tanesini de müzeye koymuşlar. Eğer kimse almadıysa, bugün bile gidip görebilirsiniz onu.
   

Hansel ve Gretel Hikayesi

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir oduncu yaşarmış ormanın derinliklerinde. Bu oduncunun Hansel ve gratel adında iki çocuğu varmış. Hansel ve gratel’in anneleri onlar daha çok küçükken ölmüş, babalarıda çok kötü kalpli bir kadını üvey anne olarak başlarına getirmiş. Üvey anne, hain, kötü kalpli bir kadınmış. Bu fakir hayatı yaşamaktan nefret ediyor, hansel ve gratel’e elinden geldiğince kötü davranıyormuş.

Hansel ve Gretel bir gece uyumaya hazırlanırken, üvey annelerinin babalarına, “Çok az yiyeceğimiz kaldı. Eğer bu çocuklardan kurtulmazsak, hepimiz açlıktan öleceğiz,” dediğini duymuşlar. Babaları birkaç cümle söyleyip karşı gelmeye çalıştıysa da, kadını razı edemiyormuş bir türlü. “ Yarın onları ormana bırakacağız” sözlerini duyun Gretel ağlamaya başlamış.“Endişe etme Evin yolunu buluruz.” diyerek kardeşini taselli etmiş Hansel.O gece geç saatlerde gizlice dışarı çıkmış ve cebine bir sürü çakıl doldurmuş Hansel.
Sabah olunca, ailece ormana doğru yürümeye başlamışlar. Hansel bu taşları yolu bulmak için kullanacakmış, sahiden de akşam olmadan iki kardeş eve dönmüşler, üvey anne sinirden deliye dönmüş ama babaları sevinçten ne yapacağını şaşırmış

Birkaç gün sonra üvey anne yine aklına takmış çocukları bu sefer onların taştoplamalarına izin vermemiş, onları yine yola çıkarmış, Hansel cebinde kalan ekmek kırıntılarını yollara dökerek gidiyormuş ancak hesap etmediği bir şey varmış, o da ekmek kırıntılarını kuşların, böceklerin yiyeceğini düşünememiş. Geriye dönmek için ekmek kırıntılarını aramışlar ama ormanın içinde kaybolup gitmişler. Bir ara uzakta bir ev görmüşler, sevinçten ne yapacaklarını şaşırmışlar. Gittikçe yaklaşmışlar ve evin önüne geldiklerinde çok ama çok şaşırmışlar. Bu evin duvarları ekmekten, çatısı pastadan ve pencereleri şekerdenmiş.
Çocuklar tüm sıkıntılarını unutmuşlar ve eve doğru koşmuşlar. Tam Hansel çatıdan, Gretel de pencereden bir parça yiyecekken içeriden bir ses duyulmuş: “Evimi kim kemiriyor bakiiym?” Bir bakmışlar kapıda dünya tatlısı yaşlı bir teyze. “Zavallıcıklarım benim,” demiş kadın, “ve onları içeri almış hayatlarında hiç yemedikleri yiyecekleri yemişler ve o gece orada derin bir uykuya dalmışlar.

Sabah kalktıklarında bu yaşlı teyzenin aslında bir cadı olduğunu anlamışlar.Hansel ve gretel’e çok kötü davranmaya başlamış. Greteli mutfağa götürmüş, yemek yapmasını istemiş. Çünkü Hansel çok zayıfmış ve onu bu şekilde yemek istemiyormuş. Gretel bol bol yemek yapmış, başka yapacak bir şeyi de yokmuş çünkü. Fakat Hansel’in aklı hala başındaymış. Cadının gözlerinin çok iyi görmediğini anlamış ve onu kandırmak için bir plan yapmış.

Neyse ki Hansel’in aklı hâlâ başındaymış. Gözleri pek iyi görmeyen cadıyı kandırmaya karar vermiş. Cadı şişmanlayıp şişmanlamadığını anlamak için her sabah Hansel’in parmağını yokluyormuş. Hansel de parmağı yerine bir tavuk kemiği uzatıyormuş ona. “Yok, olmaz. Yeterince şişman değil!” diye bağırıyormuş cadı. Sonra da mutafa gidip Gretel’e daha fazla yemek yapmasını söylüyormuş.

Bu böyle bir ay boyu sürmüş. Bir gün artık cadının sabrı taşmış. “Şişman, zayıf fark etmez. Bugün Hansel böreği yapacağım!” diye haykırmış Gretel’e. “Fırına bak bakalım hamur kıvama gelmiş mi!” Korku içinde yaşamasına rağmen Gretel’in de Hansel gibi hâlâ aklı yerindeymiş. Cadının onu fırına iteceğini anlamış.
“Başımı fırına sokamıyorum! Hamuru göremiyorum!” diye sızlanmış. Cadı elinin tersiyle Gretel’i hızla kenara itmiş ve başını fırına sokmuş. Gretel bütün gücünü toplayıp yaşlı cadıyı fırının içine itmiş, sonra da arkasından kapağı kapatmış. Cadı fırına düştükten sonar bizimkiler koşarak oradan uzaklaşmışlar. O kadar hızlı koşuyorlar mışki, kendileri de şaşırmışlar buna. Bir ara bacasından duman tüten bir ev görmüşler ve eve doğru koşmaya başlamışlar. Gördüklerine kendileri de inanamamışlar. Bu ev kendi evleriymiş. O kadar sevinmişler ki… Biraz sonra babaları kapıyı açmış, onları kucaklamış. Sevinçten ağlamış. Hansel ve Gretel ceplerinden çıkardıkları altınlarla babalarını çok şaşırtmışlar. Cadının evinden kaçarken ceplerine doldurdukları altınlarla bir ömür boyu rahat yaşamışlar.
   

Çirkin Kız Hikayesi

Bir varmış, bir yokmuş,

Allah’ın kulu mısır tanesinden çokmuş.

Yeşil olmalı, al olmalı, masallar masal olmalı.

Her masalda bir ibret var, Gerçeğe misal olmalı.

Masaldır bunun adı, dinlemekle çıkar tadı.

Ben diyeyim uzakta, siz deyin yakında, Gülşen ve Nurşen adında iki kız kardeş yaşarmış. Bu kişi kardeşmiş ama Patlıcan ile soğan kadar bile birbirlerine benzemezlermiş. Gülşen çok güzel, Nurşen de çok çirkinmiş.

İkisini yan yana görenler kardeş olduğuna inanmazlar, Gülşen’e bakıp; “Ne kadar güzel bir kız!” der ve övgüler yağdırırken, Nurşen’e bakıp;”Bu da kardeşimi? Hiç ablasına benzemiyor, pek çirkin.” Derlermiş.

Nurşen bu duruma çok üzülüyormuş. Güzel olmayı elbet o da çok istermiş, fakat elinden bir şey gelmezmiş. Gülşen, güzel olduğu için çok kibirlenirmiş. Kardeşine kızdığı zamanlarda çirkinliği ile alay edermiş hep.

Yine böyle bir gün zavallı kardeşiyle alay etmiş. Nurşen ağlayarak evden çıkmış, Ormana doğru koşmaya başlamış. Ormanda da uzun süre koşmuş. Yorgunluktan bitkin bir hale düştükten sonra durup etrafına bakmış. Hiç görmediği bir yermiş burası. Evlerine dönmeyi istemiş ama yolu bulamamış. Ormanda kaybolduğunu anlayınca korkarak geceyi geçireceği bir yer aramaya başlamış. Bir de bakmış ki karşısında süslü, çok güzel bir kulübe duruyor. Sevinçle kapısını çalmış. Kapıyı dünyalar güzeli bir kız açmış. Nurşen hayranlıkla ona bakarak;

­­—Affedersiniz, ormanda yolumu kaybettim, geceyi burada geçirebilirliyim? Diye sormuş.

—Hayır, diyerek kapıyı yüzüne kapatmış güzel kız.

Nurşen çaresizlikle ne yapacağını düşünürken kapı tekrar açılmış.

Güzel kız;

—Eğer elinden iş gelirse, temizlik ve yemek yaparsan kalabilirsin, demiş.

Nurşen çaresiz;

—Yaparım, demiş. İçeri girmiş.

Kız, Nurşen’in dinlenmesine fırsat vermeden önüne kova ile süpürge koymuş. Nurşen pislikten berbat olan kulübeyi pırıl pırıl temizlemiş. Sonrada bir güzel yemek yapmış. Bütün işleri bitirdiğinde güzel kız, ona yaptığı yemeklerden vermeyerek sadece kuru bir dilim ekmek vermiş.

Güzel kız bütün bir gecede asık bir yüzle “Yalnızlıktan sıkıldım,” Deyip durmuş. Onun bu halini görmek istemeyen Nurşen ertesi sabah erkenden kulübeden ayrılmış. Akşama kadar ormanda dolaşmış. Hava kararmaya başladığında çaresizlikle etrafa bakınırken başka bir kulübe görmüş. Kulübenin üzeri pek çok kuşla doluymuş. Hemen kapıyı çalmış. Çirkin bir kız açmış kapıyı.

Nurşen içinden “Bu da benim gibi çirkin.” Diye düşünürken;

—Af edersiniz, ormanda yolumu kaybettim, geceyi burada geçirebilirliyim? Diye sormuş.

—Tabi çok memnun olurum demiş kız; Onu içeriye almış.

İçeride bir aslan, bir kaplan, bir ayı ve bir yılan varmış. Dostlarım dediği hayvanlarla Nurşen’i tanıştırmış. Çirkin kız Nurşen’in önüne çeşit çeşit yiyecekler koymuş. İyiliksever kızın adı Zülfiye’ymiş. Nurşen, Zulfiye’ye ormandaki güzel kızdan söz etmiş.

—O benim kız kardeşim, demiş Zülfiye. Biz vezirin kızlarıydık. Kardeşim büyük bir hata yaptı, hatası anlaşılınca da suçunu bana yüklemeye çalıştı. Padişah kızdı ve ikimiz ide cezalandırdı. Bir süre ormanda yalnız yaşamamıza karar verdi.

Nurşen;

—Geçekten çok üzüldüm bu olanlara demiş.

—Hayır, üzülme diye yanıtlamış kız. Ben ormanda çok mutluyum. Benim burada hayvan arkadaşlarım var ve onları çok seviyorum, deyip gülümsemiş sonra.

Nurşen gece rahat bir uyku uyumuş. Sabah uyandığında kulübeye başka hayvanlarda gelmiş. Zulfiye, sevgi ve şefkatle yaralı bir tavşanın ayağını sarıyormuş. Nurşen, Zülfiye’ye baktığında onun çok güzel olduğunu düşünmüş bir an. Oysa ilk gördüğünde onu çirkin bulduğunu hatırlayınca şaşırmış. Birden kuşlar gibi hafiflemiş. Nurşen; “Güzelliğin sırrını buldum.” Diye koşarak Zülfiye’nin boynuna sarılmış ve ona teşekkür etmiş. Birkaç gün daha kulübede kaldıktan sonra Zülfiye’nin arkadaşı güvercinin yardımıyla evine dönmüş. Nurşen çok mutluymuş.

O günden sonra Nurşen kimsenin ona çirkin demesine aldırış etmemiş. Onu tanıyanlar o nu daha çok sevmeye başlamışlar. Gülşen de kardeşiyle alay ettiğinde, kardeşini artık neden kendisine kızmadığını hep merak etmiş.
   

Obur Kaplumbağa Hikayesi

Bir varmış, bir yokmuş,

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde,

Allah’ın yarattıkları buğday tanesinden çokmuş.

Kimi kavak gibi uzun, kimi kabak gibi tombulmuş, Kimi yürürken tıs tıs eder, kimi kuş gibi uçarmış.


Yeşil mi yeşil, güzel mi güzel bir orman içinde iki arkadaş kaplumbağa yaşarmış. Birinin adı Meyşa diğerininki ise Tişni imiş. Meyşa ile Tişni çok iyi arkadaşmış.

Meyşa hareketli, yardımsever, çalışkan, dost canlısı bir kaplumbağaymış. Tişni ise tembel, dünyayı umursamayan, herkesten uzak durmayı seven bir kaplumbağaymış. Tek ar­kadaşı Meyşa imiş. Meyşa ve Tişni her akşam aynı ağacın altında buluşurlarmış.

Meyşa her gün sabah uzun uzun yürür, yolda gördüğü hayvan­larla tanışır, arkadaş olurmuş. Tisni’ninse her gün yaptığı tek şey bol bol yemek yemek ve uyumakmış.

Meyşa, Tişni’ge devamlı olarak;

— Haydi, Tişni sen de biraz gez, hareket et, çok şişmanla­dın, dermiş. Tişni ise;

— Biz kaplumbağalar zaten yavaş hayvanlarız; bizim ha­reketimizden ne olacak, diyerek yatarmış. Sürekli yemek ye­diğinden çok obur bir kaplumbağa olup çıkmış. Bulduğu her otu yiyormuş. Meyşa ona;

— Her otu yeme zehirlenirsin, dermiş ama o bildiğinden hiç şaşmaz, kimsenin sözüne kulak asmazmış.

Bir gün Meyşa, Tişni’yi ormanda gezmeye ikna etmiş. Bir­kaç adım gidince Tişni “Yoruldum!” diye şikâyet etmiş.

Dinlenmek için bir yerde durmuşlar. Sürekli boğazını düşünen Tişni, yiyecek bulmak için etrafa bakmaya başlamış. Daha önce görmediği kırmızı meyveli bir sarmaşık görmüş. Yemek için meyvelere doğru ilerlemiş. Meyşa;

_ Hayır, Tişni onları yememeliyiz. Ne olduğunu bilmiyo-

ruz, zararlı olabilirler, demiş.

_ Baksana kırmızı kırmızı meyveler. Ne kadar da güzel

Görünüyor, gel sen de ye, demiş Tişni,

Meyşa yememesi için çok yalvardıysa da Tişni’yi vazge-

çiremernis. Tişni hem yiyor hem de Meyşa’yı;

— Gel gel, sen de ye çok lezzetli, diye çağırıyormuş.


Tişni tıka basa yedikten sonra uyumaya gitmiş. Daha yeni uykuya dalmış ki dayanılmaz bir karın ağrısiyla uyanmış.

Meyşa, arkadaşının yanına koşmuş; ama elinden gelen hiçbir şey yokmuş. Tişni karın ağrısıyla kıvranıyormuş. Meyşa ne yapacağını şaşırmış. Aklına arkadaşı geyiği çağırmak gel­miş. Geyik hastalıklardan anlarmış. Koşa koşa geyiğin yanı­na gitmiş. Tişni’nin başına gelenleri ona anlatmış. Geyik şifalı otlardan bir ilaç hazırlamış. Tişni’ye bunu içirmiş.

Tişni o günden sonra bir daha asla bilmediği yiyecekleri yememiş. Meyşa ile birlikte her gün ormanda uzun yürüyüş­ler yapmış. Meyşa artık onun çok yemesine de engel oluyor­muş. Tişni şişmanlıktan kurtulmuş, sağlıklı bir kaplumbağa ol­muş. İki arkadaş ormanda uzun yıllar yaşamışlar.

RAŞiT TUNCA

BAŞAĞAÇLI RAŞiT TUNCA
Raşit Tunca

FORUMUMUZDA
Dini Bilgiler...
Kültürel Bilgiler...
PNG&JPG&GiF Resimler...
Biyografiler...
Tasavvufi Vaaz Sohbetler...
Peygamberler Tarihi...
Siyeri Nebi
PSP&PSD Grafik

BOARD KISAYOLLARI

ALLAH

Allah



BAYRAK

TC.Bayrak



WEB-TUNCA


Radyo Karoglan

Foruma Misafir Olarak Gir


Forumda Neler Var


Karoglan-Raşit Tunca - Dini - islami - Dini Resim - FIKIH - Kuran - Sünnet - Tasavvuf - BAYRAK - Milli - Eğlence - PNG - JPEG - GIF - WebButtons - Vaaz - Sohbet - Siyeri Nebi - Evliyalar - Güzel Sözler - Atatürk - Karoglan Hoca - Dini Bilgi - Radyo index - Sanal Dergi




GALATASARAY

G A L A T A S A R A Y


FENERBAHÇE


F E N E R B A H C E


BEŞiKTAŞ

B E Ş i K T A Ş


TRABZONSPOR

T R A B Z O N S P O R


MiLLi TAKIM

M i L L i T A K I M


ETKiNLiKLERiMiZ


“Peygamberimiz Buyurdular ki Birbirinize Temiz ağız ile Dua edin. Bizde Sayfamızı ziyaret edenlerin ve bu bölümü ziyaret edenlerin kendilerinin Ruhaniyetine, geçmişlerinin Ruhuna Yasin Okuyup hediye ediyoruz Tıkla, ya sende oku yada okunmuş Yasinlerden Nasibini Al”
(Raşit Tunca)



MEVLANA'DAN

“ Kula Bela Gelmez Hak Yazmadıkca, Hak Bela Yazmaz Kul Azmadıkca, Hak intikamını, Kulunun Eliyle Alır da, Bilmiyenler Kul Yaptı Sanır."
(Hz. Mevlana)